|
||
![]() |
AVRUPA TARİHİNDE KENTLER | |
Tamer UYSAL | ||
ardahanmedya@gmil.com | ||
Leonardo Benevolo ve Avrupa Tarihinde Kentler
Rus realist romancı Fyodor Mihayloviç Dostoyevski bir kentin insan yaşamındaki önemiyle ilgili olarak, “bir kentin yerlisi olmak, gidilecek bir yeri olmak” derdi. Marx’a göre kentler çelişkilerin birarada bulunduğu ve yaşandığı yerlerdir. Bu açıdan Benevolo’nun yapıtında sözü edildiği gibi kültürün, ekonominin de tarihidir Avrupa kentlerinin tarihi. Eski çağlardan modernizme ve postmodernleşmeye kadar geleceğe ilişkin hesap yapabilmek için bu ışığın aydınlattığı tarafa şöyle bir bakmak gerekir.
Uygunsuz kent ortamı sanayileşme, yayılma ve kitlesel çevre kararları nedeniyle ortaya çıktı. Üretim biçimlerinin ortaya çıkardığı kent biçimleri başlıca sanayi, tarım ve ticaret kenti olarak üçe ayrılıyordu. Ortaçağdan sonra oluşturulan 3 kent modeli; 16.Yy’dan bu yana eski yerleşmelerde ve bu sürecin sürdüğü yerlerde kent merkezinin dışında yeni yerleşim bölgeleri kurmak ve verimli tarımsal arazinin ve hiç olmazsa kalan tarihsel dokunun yokedilmesi ile önlenmesini amaçlayan “ızgara plân”, 19.Yy’ın ikinci yarısında ve 20.Yy’ın ilk üç çeyreğinde nüfus yoğun yerlerde (örneğin Manhattan) uygulanan plânlardı. Binanın ön cephesi özel dünyalar ile kamusal dünya arasında ortak yüzey ve yapının vitrini “sokağa bir armağan”dı.
Ortaçağda Büyük kentler tek merkezle tanımlanmıyordu. Kentin bir siyasi merkezi, bir dinsel merkezi ve bir de ticaret merkezi bulunmaktaydı. İspanya’da Endülüs kentleri yeniden alındıktan sonra Hristiyanlar Müslümanlardan kalan yapıtları korumuşlardır. Örneğin, Cordoba’da, Sevilla’da, Granada’daki Giralda, cami saraylar gibi. İspanya’da bu dönem iklime uygun yapılar inşa edilmiştir (alçak ve dar). Mimaride evlerin içine önem verilmiş, dışarıya özen gösterilmemiştir. Rönesans’ın etkisi mimariye diğer sanatların katkısı ve işbirliğini getirmesiydi. Bir yapı mimarlarla birlikte heykel, resim ve diğer sanatçıların eseridir. Paris’in önemli bir kent oluşu, surlarının genişletilmesi ve Notre Dame Kilisesi gibi mimari unsurlarla olmuştur. Ayrıca üniversite entelektüel merkez haline getirmiştir Paris’i...
Çok kültürlülük ve ilişkiler 16.Yy’da keşiflerden sonra yoğunlaştı. Campanella (Güneş Ülkesi) gibi düşülke ve ütopist yazarların etkisi diğer yandan Avrupa’daki entelektüel birikim ve maddi imkânların artık yetersizliği, denizcilik tekniklerinde ilerleme ve bireysel merak ve cesaretle birleşince bilinmeyene yolculuk başladı. Başta Kolomb, Vasco de Gama ve Magellan gibi kâşifler yeni kıtalarda yeni kültürlerin ortaya çıkarılmasında rol oynadılar ve Avrupa kültürü Amerika, Çin, Hindistan’daki ileri uygarlıklarla tanıştı. “Estado da İndia” Portekiz İmparatorluğu’nun yeni kalbiydi. Kent Lizbon’un çok az bir değişiklikle örneğiydi. Hint tapınaklarının karşısına kiliseler yapıldı. Çin’den gelen porselenler Portekiz ressamları tarafından süslendi. Bu kent Asya ve Avrupa kültürünün ve geleneklerinin heterojenliğini anlatan en somut örnektir.
Rönesans’ın görsel kültürünün işlevini değiştiren modern bilimin ortaya çıkışıdır. Mimari evrensel bir hiyerarşiye uydurulmuştur. Mimarinin birinci görevi dış mekânı insan ölçüsüne göre ayarlamak, ikincisi algılanabilen üç boyutlu çevreleri eski ve ortaçağ geleneklerinden miras kalmış boyutsal sınırlar içine uyarlamaktı. Daha sonra mimari sınırsız evren içinde yeniden tasarlandı ve görsel kültürün gereksinimlerine cevap verecek hale getirildi. Burjuvazi “özgür” kentlerinde mutlakiyetçi sisteme göre modern görsellikte yenilenme daha kolay oldu. Bu özgürlükler örtüsünün altına Avrupa edebiyatının, sanat ve biliminin en ileri denemeleri sığındı: Rembrand, Huygens, Spinoza, Descartes ve Galileo gibi. Plânlama ve tasarımda yetki saraydan yarı sivil karar organına; büyük yöneticiler ve inşaatçıların eline geçti. Eskiçağ ile modern dokunun uyumlu biçimde yenilenmesinde varsayılan ve başvurulan sistemin ilk işaretini vermiş olan İtalyan mimar Gian Lorenzo Bernini’ydi. Bernini, modern Roma’yı eskiçağdaki ölçeğine uyarlama girişimini doğru yorumladı. Anıtsal ve günlük yapılar yanyana getirildi ve saray ile halk arasındaki zıtlık sabitleştirilmiş oldu. Roma’nın klasisizmi evrensel bir örnek olma rolünü yitirdi. İnsanlık tarihi ile bu tarihi etkileyen evrensel güçler arasındaki zıtlıkların da birikimi oldu. Aynı süreç Paris’te de yaşandı. Kentlere yığılmış nüfus, tam tanımlanamamış fiziksel yapıya karşılık devlet yöneticilerinin kendini kentten ve halktan tecrit etmiş olması ve akılcı olmayan düşünce tarzının dayatılması ulusun politik ve sosyal çelişkilerini gizleyip ağırlaştırdı. Bernini’ye karşılık Fransa’da da Corneille, Mansart, Boileau gibi sanatçılar öne çıkmıştır. Onlar da yeni, akılcı, Avrupa ölçeğinde bir klasisizmin yaratılmasını amaçlamışlardır. Saray ve kentin (kulübelerin) karşıtlığına rağmen kent ve özellikle Paris’in inşaası çok önemsendi ve Fransa krallığının sembolü (başkent) haline getirilmeye çalışıldı. Kral IV. Henri de savaş, sevişme ve inşaattan zevk aldığını belirtiyordu. Sanatçı çevresi de bu takımın gözüne girmek için yarışıyordu. Kentin biçimlenmesindeki ilişkiler de böyle sürmekteydi.
19.Yy’da mimari anlayış değişti. Rönesans yaklaşımına aykırı olarak kent ve yapı ayrı ayrı, yani birbirlerinden bağımsız olarak düşünüldü. Görsel kültür alanında 18.yy’dan itibaren sanayi kentinin ortaya çıkışıyla Rönesans geleneğinin temel iki unsuru tek tek parçalandı ve krize itildi: Perspektif düzen ve klasik örneklere uygunluk... 300 yıl boyunca Avrupa zevkinin temelinde yatan klasisizm, kendine özgü ve tartışmalı bir programa; yeni klasisizme dönüştü. Yapı görünümü, uyumlu ancak hiçbir önemli unsur içermeyen genel bir arka plân haline getirildi. Sanata, teselli ve eğlence misyonu yüklendi. Aslında karışıklığı tanımlayan bir özgünlük haline geldi ve halktan kopartılan duygudan kopartılan kent, yabancılık ve düşmanlığa tanıklık eden değişmez bir arka plân olarak kaldı. Charles Dickens 1859’da yazdığı “İki Şehrin Hikâyesi” adlı yapıtında bu özgünlük bunalımını şu cümlelerle tanımlıyor:
“Bu en iyi zamandı, en kötü zamandı, akıl çağıydı, delilikler çağıydı...”.
“Genç Werther’in Acıları”nda Goethe, “Tehlikeli İlişkiler”de Laclos gibi yazarlar bu durumla nesnellik ve ironi ile alay ettiler. 19. Yy’da Avrupa’nın sanayileşmesinde başı çeken İngiltere’ye Almanya’dan giden Heinrich Heine da şöyle diyordu:
“Dünyanın şaşkın bir ruha gösterebildiği en büyük mucizeyi gördüm; gördüm ve hala şaşkınım; taştan ev ormanı hala belleğimde çakılı duruyor ve aralarında, birbirine benzemeyen bütün tutkuları, bütün sevgi, açlık ve nefret dürtüleri ile yaşayan insanların yüzlerinin oluşturduğu hızla akıp giden bir dere... Her şeyin dobra dobra içtenliği, bu anıtsal birlik, bu makineye benzeyen hareket, zevkin kendisinde olan bu tedirgin ruh, bu abartılmış Londra düşgücünü boğuyor ve yürek parçalıyor... Büyük saraylar bekliyordum, ama küçük evlerden başka bir şey görmedim. Ne var ki, hepsinin tek biçimde olması sınırsızlığı ruhu olağanüstü etkiliyor”.
Sanat tarihçileri eski üslûp örneklerinin ne olursa olsun bir kentin toplumsal kent bilincini karakterize ettiğini ileri sürerler. Aralarında Hugo, Balzac, Proudhon, Delvau, Sardou gibi yazarların bulunduğu bazı aydınlar, Haussmann’ın post-liberal kentinin teknik karmaşasını, simetrik ve düzenini bayağı can sıkıcı yenilik bulup eleştirdiler. Ünlü şair Baudelaire ise tartışmaya farklı bir bakışla cevap verdi, “Kötülük Çiçekleri” adlı şiiriyle;
“Artık eski Paris yok, bir kentin biçimi Hızla değişiyor, yazık! Tıpkı bir ölümlünün kalbi gibi; Paris değişiyor, ancak benim melankolimde hiçbir şey
Tek bir ömürde istikrarsız ve geçici olan ortama ancak insanın anıları anlam verebilirdi. Her ne olursa olsun sonuç baştan sona, aydınlar açısından modern kente güvenin yitirilmesi oldu. Avrupalıların dünyayı geniş çaplı sömürgeleştirmeleri gerçek anlamda yenidünyayı keşfettikleri 16.Yy’da değil 19.Yy’da başlamıştı. 19.Yy’ın sonları ve 20.Yy’da bütün Avrupa dışında da post-liberal yerleşmeler görünür. Ancak tek farkla, Avrupa post-liberalizme, liberalizm evresinden geçerek gelmiştir. Örneğin; Hindistan’ın kıyı üsleri daha sonra gelişerek post-liberal kentlere dönüşmüştür. Yerel gelenekler konusunda duyulan tarihsel ve sanatsal merak kolayca ayaklar altına alındı. Yerli halkın yerleşmeleri ya yıkıldı (Saygon) ya da Avrupalıların kurduğu kentin yanında ikinci derece konuma getirildi (Atina, Cezayir, Tunus). Eklektik yasalarla liberalizme geçiş ve erken modernleştirme çabaları Asya’nın kent plânlamacılığını olumlu etkilemedi ve toprak spekülasyonu ortaya çıktı. Japonya bile bugün bu uygulamaların sonuçlarını yaşıyor. Bunun nedeni Avrupalıların devlet müdahalesi (kitlesel kontrol) ile bireysel girişimcilik arasında kurduğu dengeye karşılık, Asya’nın birey ile yöneticilik arasındaki ilişkilerin yüksek bir otoriteye bağlı olarak yürütülmesinden doğan geleneksel farklılığıydı. Kentler de buna göre geliştirilmişti ve yönetilmekteydi. Yine bu nedenle Haussmann’ın kent örneği, Asya’ya uymadı ve umarsızca çelişti.
Avrupa’dan ithal edilen teknik ve yasal mekanizmalar 19.Yy’da Avrupa’da çıkan krizin aynısının 20.Yy boyunca bütün dünyada yaşanmasına yolaçtı. Sonuç; Kalabalıklaşma, düzensizlik, halk sağlığı sorunları, gem vurulamayan spekülasyon ve kamu düzenlemelerinin yetersizliği. Bu karışıklıktan henüz yaşanabilir yeni bir ortam doğmamıştır. Yeni bir kentin yaratılması çabasında olanlar yaşanabilir olma ile sanayileşmenin birarada götürülmesinin derdinde... Bunun için ilkçağların Aristotelesçi düşüncesini örnek alıyorlar: Eski geleneklerle yüzyüze gelinmeli, kamu ile özel teşebbüsün çıkarlarını birarada ve dengede tutmalı, kenti insan varlığının mükemmelleşmesini sağlamak için bir araç olarak kullanmalı!
Baudelaire, modern kentin melankolisinden ya bireysel belleğin yardımı ile geçmişe ya da düşlerin daha da kırılgan mekanizmasının yardımı ile geleceğe kaçmanın yollarını arıyordu. 1861’de yazdığı “Paris Düşü” adlı şiirinde yabancılaşma o kadar büyüktü ki, alışılmış egzotik ve Delacroix’e öykünen betimler arasında geleceğin ufak bir parçasını yakalar gibiydi:
“Uyku mucizelerle doludur! Tuhaf bir kapris yüzünden, Kural dışı bitkinin Bu görünümlerini sürgüne yolladım, Ve, dehamdan gurur duyan ressam Tablomda tadını çıkaracağım. Maden, mermer ve suyun Sarhoş eden tekdüzeliğini”
Kentin varolan çelişkilerine dönük eleştiriler, post-liberal kentin bireysel çarpıklığını düzeltmeyi hedef alıyordu. Kentler yoğunlaşıp kalabalıklaşınca giderek kamu hizmetlerini yerine getirecek mekânlardan yoksunlaştı. 19.yy’da kent planlamacılığı özel bir disiplin haline geldi ve “sanayi kenti”nin sorunlarının çözülmesini amaçlayan çözüm önerileri dile getirildi. Eleştiriyle başlayan yeni kentleşmeye işlevlerinin sınıflandırılmasıyla devam edildi. Kent, geçmişin kısıtlamalarından kurtarılarak insan ruhunu besleyen sanatla zenginleştirilmeliydi: Yaşama, çalışma, bedenin ve ruhun bakımı, iletişim. Nitelikleri post-liberal kentinkine tam karşıt olarak belirlendi.
Başta da söylenildiği gibi, insanoğlunun yerleşme biçimlerini üretim tipi belirlemiştir: Kırsal kesime yayılan kentler (Tarım Kenti), Tek boyutlu (Sanayi Kenti), Radyal (Ticaret Kentleri). Kent işlevlerin özgürce yerine getirilebileceği şekilde parklar, yollarla geniş bir alana yayıldı. Fakat kentin en önemli unsuru ev oldu. Evin temel işlevsel öğesi “yapı” yerine, gerçekte “yaşanan alan” sayıldı. Kent artık surlarla korunan bir yerleşim alanı olmaktan çıkıp “yeşil kuşak” yaratarak genişlemesi engellenen bir bölge haline geldi. Yeşil kuşağın içinde kalan alanda nüfusun azaltılıp, dışında yeni kasabaların kurulması projesi başlatıldı (Londra). Daha sonra aksamaya yolaçmamak için merkezi plânlama kurumları kuruldu ve arazilerin devlet tarafından satın alınması sağlandı. Özenli kent genişletme çalışmaları açısından İsveç Avrupa’ya örnek oldu. Yeniden yapılanırken kentin kimliğinin unsurları olan birikiminin ve düşgücünün somut izdüşümünü ortaya koyan eski kent merkezlerinin ve anıtsal yapıların korunmasında tam başarı sağlanamadı. Oysa bu yapılar halkın ortak malıdır. En önemli birikimin olduğu İtalya bu açıdan da en başarılı yer oldu. Modern ülke için tarihsel değerleri koruyup canlı tutmak ve genel yarara sunarak günlük yaşamın parçası konumuna sokmak bir kentleşme politikası sorunu oldu. Kent değerlerinin yaratıcısı da yokedicisi de insan eliydi, ilginç olan tarafı kentler halkın ortak malıyla doludur. Halkın beğenisine bu kadar açık sanat dalı olan kent mimarisinin gördüğü işlev artık TV, kaset, disk gibi görsel iletişimin bireysel unsurlarıyla doldurulmaktadır.
Ortaçağdan bu yana özellikle tarihsel geçmişi zengin kentlerde tekdüzen ızgara plân başarıyla uygulanabildi. 19.Yy ve 20.Yy’ da ise sanayileşmenin yoğunluk kazanmasıyla yöntemler de değişti. Bir kentin korunması çıkarlar ile karar verme süreçleri arasında denge kurulmasını gerektiriyor. Kentleşme politikasını başarıyla uygulamak kent hazinelerini “kent halkı yararına” sunmak kent yöneticilerinin zekâsına kalıyor diyor Leonardo Benevolo (Avrupa Tarihinde Kentler). Ve galiba biraz cesaretine de...
|
||
Etiketler: AVRUPA, TARİHİNDE, KENTLER, |
|